Bir ülkenin yarınını, üniversitelerinin bugünü belirler. Ancak son yıllarda Türkiye’de yüksek öğretimin içinden geçtiği süreç, daha çok “nicelik” üzerinden tartışılırken “nitelik” konusunun arka planda kalması dikkat çekiyor. Üniversite sayısı artıyor, kontenjanlar genişliyor; peki ya eğitim kalitesi, mezunların hayata hazırlanma düzeyi ve en önemlisi gençlerin umudu?
Bugün milyonlarca üniversite öğrencisinin ve sayıları yüz binleri bulan mezunun ortak kaygısı, sadece “diplomaya” sahip olmak değil; diplomayla birlikte bir gelecek inşa edebilmek. Ne yazık ki son yıllarda hem üniversite gençliği hem de iş dünyası aynı fikirde: Bu yapı, artık yetmiyor.
Kontenjan artıyor, kalite düşüyor
Son yıllarda üniversite kontenjanlarının hızla artırılması, ilk bakışta “her gencin üniversite okumasına fırsat sunmak” gibi çok olumlu bir tablo gibi görünse de işin perde arkasında ciddi sıkıntılar yatıyor. Özellikle öğretim üyesi sayısının yeterince artmaması ve altyapı yatırımlarının kontenjanlarla aynı hızda ilerlememesi, eğitimde kalite sorununu gündeme taşıyor.
Kütüphaneleri yetersiz, laboratuvarları eksik, sosyal imkânları sınırlı üniversitelerde okuyan öğrenciler, mezun olduklarında kendilerini daha en baştan dezavantajlı hissediyor. Bu durum, yalnızca bireysel kayıplara değil; ülkenin beşerî sermayesini zayıflatan, üretkenliği düşüren ve ekonomik kalkınmayı yavaşlatan bir tabloya dönüşüyor.
Üstelik bu sorun yalnızca “yeni kurulan” üniversitelerle sınırlı değil. Büyükşehirlerdeki bazı köklü üniversitelerde bile dersliklerde yer bulamayan öğrenciler, danışmanlık alamayan lisansüstü öğrenciler ve yeterli akademik ilgi göremeyen genç araştırmacılar sıkça gündeme geliyor.
Teoriden hayata geçişte tıkanıklık
Üniversitelerin bir başka temel açmazı, teorik bilgiyle yetinip pratik dünyayla bağ kurmakta zorlanması. İş dünyası, “nitelikli eleman” ararken, üniversitelerden mezun olan gençlerin çoğu sadece teorik donanıma sahip oluyor. Stajlar kısa, çoğu zaman formalite; proje bazlı öğrenme yaygın değil, özel sektörle ortak çalışmalar sınırlı.
Bu kopukluk; gençlerin hem işsizlik oranlarını yükseltiyor hem de mezuniyet sonrası ilk yıllarda karşılaştıkları hayal kırıklığını büyütüyor. Sonuç olarak gençler, yıllarını ve enerjilerini verdikleri üniversiteyi “hayata hazırlamayan” bir kurum olarak görmeye başlıyor.
Oysa üniversiteler, gençlere sadece ders değil; proje yönetmeyi, ekip çalışmasını, sorun çözmeyi, iletişim kurmayı ve en önemlisi hayallerini gerçeğe dönüştürmeyi öğretmeli.
Özgürlük olmadan bilim olmaz
Bir başka önemli ve derin sorun: Akademik özgürlük. Üniversitelerin en önemli misyonu, özgür düşünce ortamı sağlamaktır. Ancak kimi zaman otosansür, kimi zaman da çeşitli baskılar nedeniyle öğrenciler de akademisyenler de fikirlerini açıkça ifade etmekten çekinebiliyor.
Düşüncenin baskı gördüğü bir üniversitede, bilim gelişmez; sadece ezber ve tekrar üretilir. Eleştirel düşüncenin güçlenemediği bir toplumda, inovasyon da yerinde sayar. Uzmanlar, tam da bu noktada üniversitelerin yönetiminde özerklik, akademisyenlerin ve öğrencilerin kendilerini özgürce ifade edebildiği platformlar ve güçlü bir sivil akademik kültür ihtiyacına vurgu yapıyor.
Eşitsizlik: Şehirden şehire, kampüsten kampüse
Üniversiteler arasında imkân farkı da dikkat çekici boyutlarda. Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerdeki köklü üniversitelerde okuyan bir öğrenci; uluslararası projelere katılma, zengin kütüphane koleksiyonlarından yararlanma, staj ve iş bulma gibi pek çok avantaja sahip.
Oysa Anadolu’nun küçük şehirlerinde yeni açılmış üniversitelerde okuyan bir öğrenci, çoğu zaman daha kısıtlı imkanlarla mücadele etmek zorunda kalıyor. Bu fark, yalnızca eğitim sırasında değil; mezuniyet sonrası istihdamda da ciddi bir uçurum yaratıyor.
Yurt, laboratuvar, sosyal tesis gibi fiziki altyapıların yanı sıra; uluslararası iş birlikleri, dil eğitimleri ve kültürel etkinliklerdeki fark da öğrencilerin hayata bakışını ve özgüvenini doğrudan etkiliyor.
Değişen dünyaya ayak uydurabilmek
Bir başka başlık da üniversitelerin dijital dönüşüm karşısında yeterince hızlı adım atamaması. Yapay zekâ, veri bilimi, yazılım geliştirme gibi alanlarda talep çok hızla artıyor. Ancak üniversite müfredatları çoğu zaman hâlâ eski, değişime kapalı ve durağan kalıyor.
Bugün üniversitede öğretilen bazı bilgiler, mezuniyet sonrasında neredeyse geçerliliğini yitiriyor. Oysa ki esas olan; gençlere sadece bugünün bilgisini değil, “öğrenmeyi öğrenme” becerisini kazandırmak.
Dünyada artık öne çıkan model; daha esnek, disiplinler arası ve yenilikçi bir eğitim anlayışı. Üniversiteler; gençleri değişen dünyaya hazırlamak için müfredatlarını yenilemeli, girişimciliği ve eleştirel düşünceyi teşvik etmeli.
Peki ne yapmalı?
Uzmanlara göre; yüksek öğretimde gerçek bir dönüşüm için birkaç temel adım kritik:
Kontenjan artışında aceleci değil, planlı ve kalite odaklı olunmalı.
Teori ve pratiği buluşturan, proje temelli ve sektörle iş birliğini güçlendiren eğitim modelleri yaygınlaşmalı.
Akademik özgürlük ve üniversite özerkliği güçlendirilmeli.
Anadolu’daki yeni üniversiteler dahil olmak üzere tüm üniversitelere eşit altyapı ve kaynak desteği sağlanmalı.
Müfredatlar, hızla gelişen dijital dünyaya ve yeni mesleklere uygun şekilde güncellenmeli.
Üniversiteler hepimizin meselesi
Unutulmamalı ki, yüksek öğretimin sorunları sadece öğrencilerin ya da akademisyenlerin derdi değil; bu mesele, toplumsal kalkınmadan sosyal adalete, ekonomik büyümeden bilimsel ilerlemeye kadar geniş bir alanı etkiliyor.
Türkiye, genç ve dinamik nüfusu ile çok büyük bir potansiyele sahip. Bu potansiyelin gerçeğe dönüşmesi için, üniversitelerin “sadece diploma veren kurumlar” değil; özgür düşüncenin, bilimin ve yenilikçiliğin üretildiği merkezler olması gerekiyor.
Çünkü eğitim, bir ülkenin geleceğine yapılan en büyük yatırımdır. Ve yarını bugünden inşa etmenin yolu, üniversitelerimizi gerçekten çağın gerekliliklerine uygun hale getirmekten geçer.
ZAFER ÖZCİVAN
Ekonomist-Yazar