Zenginlikten gelen yoksullaşma paradoksu

Ekonomik tarih, zenginliğin her zaman refah getirmediğini sayısız örnekle kanıtlamıştır. Doğal kaynaklara kavuşan ülkelerin bir kısmı, kısa sürede yükselip aynı hızla düşmüştür. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri 1960’larda Hollanda’da yaşandı. Kuzey Denizi’nde keşfedilen doğal gaz yatakları, ülke ekonomisine bir anda büyük bir servet akışı sağladı. Ancak bu bolluk dönemi, uzun vadede üretim yapısını bozdu, sanayi gücünü zayıflattı ve işsizlik sorununu derinleştirdi. İşte bu sürece, literatürde “Hollanda Hastalığı” adı verildi.

Bu hastalık, yüzeyde refah gibi görünen ama içten içe ekonomiyi çürüten bir mekanizmanın ifadesidir. Çünkü yüksek döviz gelirleri, yerel parayı değerlendirir; değerlenen para ise ihracatı zorlaştırır, ithalatı teşvik eder. Kısacası, ülke zenginleşirken rekabet gücünü kaybeder. Sonuçta “para var ama üretim yok” paradoksu ortaya çıkar.

Mekanizmanın kalbi: Değerlenen para, gerileyen üretim

Hollanda Hastalığının en temel mekanizması, kaynak gelirlerinin para birimi üzerindeki baskısıdır. Doğal gaz, petrol ya da maden ihracatı yapan bir ülke, dışarıdan yoğun döviz girişi yaşar. Bu döviz bolluğu, yerel paranın değerini yükseltir. Değerlenen para ise ülkenin diğer sektörlerini, özellikle imalat ve tarımı, dış piyasada rekabet edemez hale getirir.

Sanayici artık üretim yaparak değil, ithal mallarını satarak kâr etmeyi tercih eder. Çünkü ithalat ucuzlamıştır. Yatırımlar reel üretimden uzaklaşır; finansal, gayrimenkul veya kısa vadeli sektörlere kayar. Böylece kaynak zenginliği, ekonominin üretken damarlarını kurutur. Bu durum, uzun vadede istihdamı zayıflatır ve dışa bağımlılığı artırır.

Doğal kaynak laneti: Bir bolluğun içindeki çöküş

Hollanda Hastalığı, aslında “doğal kaynak laneti” kavramının bir parçasıdır. Birçok ülke, kaynak zenginliğinin getirdiği kısa vadeli refahın cazibesine kapılıp, bu geliri üretken yatırımlara yönlendirmeyi başaramamıştır.
Venezuela, Nijerya, Angola gibi ülkeler, petrol gelirleriyle hızla büyüyüp ardından krizlerle sarsılmışlardır. Rusya da benzer şekilde, enerji ihracatına bağımlı bir ekonomik yapı içinde kalmış, sanayileşme ve teknoloji alanında yeterli çeşitliliği sağlayamamıştır.

Buna karşılık Norveç, aynı doğal kaynak zenginliğini uzun vadeli planlamayla fırsata çevirmiştir. Petrol gelirlerini doğrudan harcamak yerine, “Varlık Fonu” aracılığıyla biriktirip yavaş yavaş ekonomiye aktarmış; üretim, eğitim ve teknolojiye yatırım yapmıştır. Bugün Norveç’in kişi başına düşen milli geliri, yalnızca petrole değil, güçlü bir bilgi ekonomisine dayanmaktadır.

Türkiye açısından görünmez tehlike

Türkiye’de klasik anlamda Hollanda Hastalığı yaşanmamıştır, zira Türkiye büyük bir doğal kaynak ihracatçısı değildir. Ancak benzer mekanizmalar, finansal girişler ya da tek sektöre aşırı bağımlılık yoluyla görülebilir.
Örneğin 2000’li yılların ortalarında Türkiye’ye giren sıcak para akımları, Türk Lirası’nı aşırı değerli hale getirmiştir. Bu durum ihracatçı sanayiyi zorlamış, ithalatı ucuzlatmıştır. İnşaat ve tüketim gibi üretken olmayan sektörlerin ağırlığı artarken, sanayi yatırımları gerilemiştir.

Benzer biçimde, turizm gelirlerine aşırı bağımlı bir büyüme modeli de ekonomiyi kırılgan hale getirir. Turizm, dış şoklardan çabuk etkilenen bir sektördür. Pandemi döneminde yaşanan ani gelir kaybı, bu bağımlılığın ne kadar riskli olduğunu göstermiştir.
Dolayısıyla Türkiye’nin “Hollanda Hastalığı” benzeri bir duruma düşmemesi için, kaynak veya sermaye bolluğu dönemlerinde üretim kapasitesini artıran yapısal adımlar atması gerekir.

Kısa vadeli rahatlama, uzun vadeli kayıp

Hollanda Hastalığının belki de en tehlikeli yönü, ilk başta her şeyin “iyi gidiyormuş gibi” görünmesidir. Devlet gelirleri artar, halkın alım gücü yükselir, ithal mallar kolaylaşır. Ancak bu refahın bedeli, üretim ve istihdam tarafında sessizce birikir. Bir süre sonra ülke, kendi sanayisini rekabetçi tutmakta zorlanır. Ekonomi artık dış gelirlerin ritmine bağımlı hale gelir.

Bu nedenle kaynak bolluğu yaşayan her ülke, disiplinli bir mali politika ve güçlü bir sanayi stratejisine ihtiyaç duyar. Gelirlerin bir bölümü, geleceğin üretim gücünü oluşturacak sektörlere aktarılmalıdır. Eğitim, Ar-GE ve teknoloji yatırımları; kısa vadeli lüks tüketim yerine önceliklendirilmelidir.

Geleceğe dönük ders: Çeşitlilik, en iyi ilaç

Bugün küresel ekonomide kaynak zengini ülkeler kadar, çeşitliliğini koruyan ülkeler de dikkat çekiyor. Güney Kore, Japonya, Almanya gibi ekonomiler, doğal kaynak kıtlığına rağmen üretim ve teknoloji gücüyle dünya çapında istikrar sağlamıştır. Çünkü refahlarını tek bir kaynağa değil, bilgiye, inovasyona ve insan sermayesine dayandırmışlardır.

Hollanda Hastalığı, bu açıdan yalnızca bir ekonomik teori değil, aynı zamanda bir uyarıdır:
Bir ülke, ne kadar zengin olursa olsun, üretim tabanını kaybettiği anda bağımlı hale gelir.
Doğal kaynaklar, bir ulusu güçlü kılmaz; onu güçlü kılan, kaynak gelirlerini nasıl yönettiğidir.

Son söz

Hollanda Hastalığının özü, bolluğun rehavetine kapılmamaktır. Kısa vadeli refahın büyüsüne değil, uzun vadeli üretim gücüne odaklanmak gerekir. Ekonomik sağlığın gerçek göstergesi, sadece döviz rezervleri değil; üretilen değer, yaratılan bilgi ve sürdürülebilir istihdamdır.
Bir ülke, kaynak gelirini akılcı biçimde yönetmeyi başarırsa, “hastalık” değil “iyileşme” yaşar. Hollanda’nın adını taşıyan bu kavram, tüm dünyaya aynı dersi verir: Refahın kalıcılığı, üretimin sürekliliğine bağlıdır.
ZAFER ÖZCİVAN
Ekonomist-Yazar