Günümüz dünyasında kalkınma, büyüme ve üretim kavramları kadar sık telaffuz edilen bir başka kavram daha var: sürdürülebilirlik. Ancak bu kavramın merkezinde yer alan “ekolojik sürdürülebilirlik”, yalnızca çevreyle ilgili bir konu değil; insanlığın kendi varlığını devam ettirme meselesidir. Bugün artık biliyoruz ki, ekonomik büyüme rakamları, sanayi üretim endeksleri ya da ihracat başarıları, gezegenin ekolojik dengesinden bağımsız düşünülemez. Çünkü doğanın sınırları vardır; toprak, su, hava ve biyolojik çeşitlilik sonsuz kaynaklar değildir. Bu nedenle ekolojik sürdürülebilirlik, modern dünyanın en kritik dönüm noktalarından birini temsil ediyor.
1. Kavramın Temelleri: Doğayla Uyumlu Kalkınma Arayışı
Ekolojik sürdürülebilirlik, kısaca insan faaliyetlerinin doğanın yenilenme kapasitesini aşmadan yürütülmesi anlamına gelir. Başka bir ifadeyle, bugünün ihtiyaçlarını karşılarken gelecek kuşakların yaşam hakkını tehlikeye atmamak demektir. Bu anlayış, yalnızca çevreciliğin romantik bir yansıması değil, bilimsel temellere dayalı bir zorunluluktur.
Sanayi Devrimi’nden bu yana doğa, çoğu zaman sınırsız bir üretim kaynağı olarak görülmüş; ormanlar, madenler, denizler ve atmosfer, ekonomik büyümenin hammaddeleri olarak tüketilmiştir. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu modelin tıkanmaya başladığı açıkça görülmüştür. İklim değişikliği, kuraklık, hava kirliliği, gıda güvensizliği ve biyoçeşitlilik kaybı gibi küresel krizler, insanlığın doğayla kurduğu dengesiz ilişkinin doğrudan sonucudur.
Birleşmiş Milletler ’in tanımıyla sürdürülebilir kalkınma, “ekonomik büyüme, sosyal adalet ve çevresel koruma” ekseninde üç sacayağına dayanır. Bu üçlü denge içinde ekolojik sürdürülebilirlik, diğer iki alanın da varlığını mümkün kılan zemindir. Çünkü doğa yok olursa ne ekonomi ayakta kalabilir ne de toplumsal refah sürdürülebilir olur.
2. Ekolojik Krizin Boyutları: Gezegenin Alarm Zilleri
Bugün dünya, insanlık tarihinin en derin ekolojik krizlerinden birini yaşıyor. Küresel sıcaklık artışı sanayi öncesi döneme göre 1,5°C’ye yaklaşmış durumda. IPCC raporları, bu artışın 2°C’yi aşması halinde geri dönüşü olmayan sonuçlar doğurabileceği uyarısında bulunuyor. Arktik buzullar eriyor, deniz seviyeleri yükseliyor, tarım alanları çölleşiyor. Her yıl milyonlarca insan sel, yangın ve fırtına gibi iklim kaynaklı afetlerle yaşamını veya geçimini kaybediyor.
Biyolojik çeşitlilik açısından tablo daha da endişe verici. Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) verilerine göre, son 50 yılda yaban hayatı popülasyonlarının yüzde 69’u yok oldu. Bu, doğanın sessiz çığlığıdır. Çünkü ekosistemlerin kaybı, yalnızca kuşların, balıkların ya da bitkilerin yok olması anlamına gelmez; gıda zincirinin, toprak verimliliğinin ve iklim düzeninin bozulması anlamına gelir.
Türkiye de bu küresel krizin dışında değil. Orman yangınları, kuraklık, su kaynaklarının azalması ve tarımda verim düşüşleri, ülkemizin ekolojik dengesini tehdit ediyor. Özellikle Marmara Denizi’nde yaşanan müsilaj olayı, doğaya yapılan müdahalelerin nasıl bir ekolojik zincirleme reaksiyon yaratabileceğini gösterdi. Bu nedenle ekolojik sürdürülebilirlik, artık yalnızca çevre bakanlıklarının konusu değil; ulusal güvenlik, ekonomi ve sağlık politikalarının da merkezine yerleşmiş bir meseledir.
3. Dönüşümün Anahtarı: Yeşil Ekonomi ve Döngüsel Üretim Modeli
Ekolojik sürdürülebilirliği sağlamak, yalnızca doğayı korumakla değil, üretim ve tüketim biçimlerini yeniden tasarlamakla mümkündür. Bu noktada “yeşil ekonomi” ve “döngüsel ekonomi” kavramları öne çıkmaktadır.
Yeşil ekonomi, ekonomik büyümenin çevresel tahribatla değil, doğayla uyum içinde gerçekleşmesini savunur. Yenilenebilir enerji yatırımları, atık yönetimi, enerji verimliliği, karbon ticareti gibi alanlar bu dönüşümün yapı taşlarıdır.
Döngüsel ekonomi ise, “kullan-at” anlayışını reddederek kaynakların sürekli yeniden kullanımını esas alır. Ürünlerin tasarımından üretimine, kullanımından geri dönüşümüne kadar tüm aşamalarda doğa dostu bir döngü oluşturur. Avrupa Birliği’nin “Yeşil Mutabakat” politikası da bu yaklaşım üzerine kuruludur. Türkiye de bu sürece uyum sağlamak için ulusal düzeyde Yeşil Mutabakat Eylem Planı hazırlamış ve ihracatın karbon ayak izini azaltmayı hedeflemiştir.
4. Bireysel ve Toplumsal Sorumluluk: Kültürel Bir Değişim Zorunluluğu
Ekolojik sürdürülebilirlik yalnızca devlet politikalarıyla değil, bireysel davranışlarla da şekillenir. Su tasarrufu yapmak, plastik kullanımını azaltmak, geri dönüşüm bilincini geliştirmek, enerji verimli ürünleri tercih etmek küçük ama anlamlı adımlardır. Ancak esas değişim, toplumsal bilinçte yaşanmalıdır.
Eğitim sisteminde çevre okuryazarlığının güçlendirilmesi, yerel yönetimlerin çevre dostu uygulamaları teşvik etmesi ve medya aracılığıyla sürdürülebilir yaşam kültürünün yaygınlaştırılması, uzun vadeli bir ekolojik dönüşüm için gereklidir.
Ayrıca “sürdürülebilirlik adaleti” kavramı da unutulmamalıdır. Çünkü iklim değişikliğinin etkileri herkesi eşit biçimde etkilemez. En çok zarar görenler, en az sorumluluğu olan yoksul toplumlar, küçük ada devletleri ve tarıma bağımlı bölgeler olur. Bu nedenle ekolojik sürdürülebilirlik, aynı zamanda bir adalet meselesidir.
5. Sonuç: Doğayla Barışmadan Geleceğe Ulaşılamaz
Ekolojik sürdürülebilirlik, insanlığın 21. yüzyıldaki en büyük ortak sınavıdır. Artık mesele, çevreyi “korumak” değil, doğayla “yeniden uyum içinde yaşamak” meselesidir. Ekonomik modellerimizi, kentleşme anlayışımızı, tüketim alışkanlıklarımızı ve hatta değer yargılarımızı gözden geçirmeden sürdürülebilir bir gelecekten söz etmek mümkün değildir.
Bugün doğaya yapılan her yatırım, geleceğe yapılan bir yatırımdır. Enerji verimliliğine, temiz teknolojiye, sürdürülebilir tarıma ayrılan her kaynak, aslında çocuklarımızın nefes alabileceği bir dünyaya atılmış bir adımdır.
Sonuçta ekolojik sürdürülebilirlik, yalnızca bir çevre politikası değil; bir varoluş politikasına dönüşmüştür. Çünkü doğa bizden bağımsız bir varlık değil, bizatihi yaşamın kendisidir. Doğayla uyum içinde bir yaşam kurmak, artık bir tercih değil; insanlığın geleceği için tek çıkış yoludur.
ZAFER ÖZCİVAN
Ekonomist-Yazar